Ey Özgürlük!



Yağmurlu olacak gibi görünen hafif kasvetli bir Ankara gününden merhaba efenim. Birtakım şeyler oldu, bizzat, hür irademle yaptım o şeyleri ve tabii ki burada paylaşmamam düşük bir ihtimaldi. Hazır mısınız? (elifcim ahali senin kadar takık değil konuya, hazırlığa ihtiyaçları olmayabilir) (ya sen bi sussana gıcık iç ses. Dünya için görünmez, benim için derin bir nefes genişliğinde bir adımdı, istediğim ölçüde veririm coşkuyu!) (taam la nabarsan yap)

Geyik bir yana. Burayı düzenli okuyan kadim blog dostlarım ve belki benim de pek çok başka blogda yaptığım gibi sessizce takip eden okurlar çok da şaşırmayacaklardır. (O zaman haberi vereceğin başka kimse kalmadı ki olum, zaten ahali o kadar) (ya bi sus iç ses! sana ayrı blog açarım bak, buraya uğrayamazsın bi daha!) (te allam, doğruyu söyleyeni dokuz...) 

Ne diyordum. Burayı bir süredir takip edenler, son bir yıl içinde birazdan bahsedeceğim konuyla ilgili serzenişlerime, oflayıp puflamalarıma, kararsızlıklarıma yakinen şahit oldular zaten. Ve dün, tam da çeviri yapmaya oturmuşken, bu gel-gitlere son vermeye karar verdi içimde bir şey. On beş gündür deaktive edilmiş halde bekleyen instagram hesabımı şak diye kapattım. Tamamen. Dondurma falan değil, tekmeyi vurdum poposuna, uçurumdan aşağı, meta şirketinin karanlık kuyularının içine doğru yuvarlayıverdim. Köşenin Delisi doğup büyüdüğü yer olan köyüne, bu canım bloga kesin geri dönüş yaptı yani. Cafcaflı, ışıltılı(!), çok havalı ve kalabalıklardan kendi sesinizi bile duyamadığınız o kozmopolit instaşehrini terk etti. Allahım sen utandırma; "Şehirden sıkıldık, köye yerleşip salatalık ekicez" diyip birkaç ay sonra atar topar geri dönmek zorunda kalanlara benzetme yarabbim. 😂

Şak diye kapattım dediğime bakmayın, dedim ya, sürekli gel-git içindeydim ve bu artık mutsuz ediyordu beni. Meraklısı için bağlantıları yazının en sonuna  bırakıyorum. (Bağlantı listesini hazırlarken ilk yazımın tarihini görünce kahkaha attım az önce. 19 Nisan 2023! Hesabımı dün, yani 19 Nisan 2024'te kapattım, yani tam bir yıl önce. Planlasam yapamam.)

Dedim ya, uzun zamandır kafamı, benzer şeylerden muzdarip arkadaşlarımla sohbetlerimizi ve bazen de burayı meşgul eden bir konuydu instaşehir benim için. Bu süreçte izlediğim, okuduğum çok fazla şey oldu ve gördüm ki tüm dünyada epey insan dertli bu konuda. Kim bilir belki benzer durumda olan birileri denk gelir bu yazıya da bir faydası olur.

Birkaç boyutu var benim için bu sürecin. İlki, edebiyat dünyasına "giriş"imle başlayan süreç. Aslında kitabım Uyuşma çıktıktan sonra, ara ara çok aktif olsam da aslında hep kaçıp gitmek istediğim bir mecra haline gelmişti instaşehir. Sahteliği, hızı, karmaşıklığı, bazı şeyleri zorunlu kılması, eşimi, oğlumu, arada özel günleri falan da paylaştığım kişisel hesabımın bir anda tanımadığım ve hiç iletişim kurmadığım bir sürü insanla dolduğu bir yer olmuştu artık. Evet, kitabımla ilgili paylaşımlara beğenilere elbette hep çok mutlu oldum. Hiç tanımadığım insanlar yazıp ne kadar etkilendiklerini, Valhaf'ın hikâyesinde kendilerinden ne çok şey bulduklarını söyleyip masa başında geçirdiğim o sonsuz yalnız anların boşa olmadığını gösterdiler bana. Hatta o güzel insanların bazısıyla tanışma fırsatı bile buldum. Kitabımı içtenlikle, karşılık beklemeden, gerçekten değer verdiği için paylaşan, bir yıl boyunca 'ay bi türlü bulamıyorum nereden alıcaktık' diyerek beni epey güldüren "arkadaşların" aksine, sessiz sakin kitabı edinip okuyan, sonrasında bana yazan tanıdık tanımadık ama çok içten bir sürü güzel insan oldu. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Ama ben yine de çok yoruldum. İlk kitabımın çok sevilmesinden ve onunla ilgili gönderiler hazırlamaktan aslında epey keyif almamdan bağımsız olarak, kitabımın "reklâmını" yapmak zorunda hissetmekten çok yoruldum. Tanınmak ya da "çok satmak" gibi bir amacım yok ki benim, hiç olmadı. Ne reklâmcı/pazarlamacıyım, ne influencer, ne "celebrity". Ben yazmayı gerçekten çok sevdiği için yazan, hatta dönem dönem yazmayı tamamen bırakma potansiyeli hortlayan kendi halinde bir insanım ve bir iddiam ya da hiç kimseyle yarışım yok. Edebiyatın/sanatın bir rekabet/ispat/kendini gösterme/böbürlenme alanı olarak kullanılmasından da son derece rahatsızım.

Dediler ki kapatamazsın sosyal medyanı, olur mu öyle şey, delirdin herhalde, kitabına sahip çıkman lazım, o kadar emek var. Önce mantıklı geldi, hatta belki hâlâ mantıklıdır ama ben bu işin tek yolunun bu olduğunu ve kendi kitabını tanıtmanın bir yazarın görevi olduğunu düşünmüyorum. Ama epey şey denedim yine de. Reels videoları bile çektim inanır mısınız ve sapır saçma başka şeylerle bir sürü vakit ve dahi enerji kaybettim. Ne için? 750 küsur takipçinin maksimum 30-40'ının beğenisini alabilmek için. Onların da kaçı gerçekten beğeniyor, kaçı ben de gidip onların yeni çıkan kitabını beğeneyim diye "like'layıp" geçiyor meçhul. (E hani beğenilme kaygın yoktu elifçim?) (E demek ki bu süreçte kahpe dünya düzeni sayesinde oluşmuş iç sesçim).

                   Image by thomkesslertherapist.com

Mesele şu. Ben kitabıma zaten sahip çıktım. Onu yazarak! Yıllar boyunca bir masada, destek yerine köstek olan her ama herkese rağmen tek başıma oturup her daim devam eden işimin gücümün arasında, ailemden ve sosyal hayatımdan ödün vererek, kafa patlatıp yazarak sahip çıktım. Ötesi bende değil ki. Ya da olmamalı. Yayınevinin yapmadığı imza ve söyleşi günlerini kısıtlı çevresine duyurup kendi kendine ayarlamaya çalışmak ve kitap "satmak" yazarın görevi mi? Bence değil. (Ama sen de Marquez değilsin elifçim.) (İyi be.)

Ya arkadaşlar, burada biz bizeyiz. Uyuşma kaç kopya basıldı biliyor musunuz? 500. Dur yazıyla yazayım da çok görünsün. Beş yüz. Yok, bu da olmadı. 😂 Neyse. Ve çıkalı 1.5 yıl oldu, o beş yüz henüz bitmedi. Üstelik 50-60 kopya da yayınevinin bana yolladığı var, kütüphanemde duruyor, arada isteyen öğrencilerime falan veriyorum, yani onu da düşün lütfen (ama elifcim satmadıysa tutmamıştır, sen de kendinde ara hatayı) (yahu delirtme beni iç ses, mesele o değil, diyorum ki ben ne paylaşırsam paylaşayım, okunduğu kadar okunacak, daha fazla değil. Olay "bende" değil yani).

Instagram hesabımı 2012'de açmışım. Uyuşma'dan önce sadece tanıdığım insanlarla takipleştiğim, hepi topu 150-200 kişinin (belki daha da az) takip ettiği mis gibi bir yerdi. Zaten dün kapatırken en çok üzüldüğüm şey eşimle, oğlumla, kedilerimle ilgili yaptığım paylaşımların bir logbook'u gibi olan o ilk gönderileri silmek oldu. (elbette hepsinin kaydını aldım; eh kafamda ve kalbimde her daim kayıtlılar zaten çok şükür.) Dün kapatırken ise, 750'ye yakın bir rakam gördüm takipçi yazan yerde. Yani Uyuşma'yla birlikte gelen epey insan olmuş. Hoş gelmişler elbette, buyursunlar, ama sıfır iletişim, sıfır beğeni, kitapla ilgili bir ses de yok. Kimse elbette mecbur değil, ama ben kişisel hesabımı edebiyatla ilgili bir mecraya çevirmişim, dolayısıyla gelen ondan geliyordur, hayatımda hiç görmediğim insanlar  eşimi çocuğumu kedimi görmeye gelmedi herhalde? Bir hatam da buydu sanırım. Çok az sayıda tanıdığım insanla görüştüğüm kişisel bir hesabı profesyonel hale getirmeye çalışmak. Ayrı tutmak lazımmış.

Tabii şu da var. Çoğu insan, hele ki benim gibi ilk kitapları çıkmışsa, piyasada tutunmaya çalışıyorsa vs. takipçi sayısını arttırmanın peşinde ve arkadaşlarında gördükleri "benzer" çevrelerden insanları ekliyor. Onlar da kendilerini takip etsin diye. "Ayıp olmasın" mantığıyla takipleşme başlıyor, ama aslında kimse kimseyle ilgilenmediği için körlerle sağırlar birbirini ağırlıyor, hatta ben dahil herkes o kadar çok hesabı takip ediyoruz (ediyorduk) ki hepsine yetişmek mümkün olmadığından, çoğu hemen "sessize" alınıyor. Yani kesinlikle kendimi de ayrı tutmuyorum bu güruhtan.

Ama bu durum bana hep ters geldi. Benim için hiçbir anlamı yok çünkü orada yazan rakamın. Anlamlı olan, kıymet verip vakit ve nakit ayırıp kitabı almış, okumuş olanlar. Sevip sevmemelerinden, bana yorum yazıp yazmamalarından bağımsız. Çünkü benim sevdiğim şey yazmak, okurun sevdiği şey de okumak. Birbirimize karşı başka bir yükümlülüğümüz olduğunu düşünmüyorum. Ben yazdığım şeyi açıklamak zorunda değilim, okur da okuduğu şeyle ilgili düşüncesini paylaşmak zorunda değil. Herkes özgür. Olmalı. Peki öyle mi(yiz?) gerçekten?

Gelelim ikinci bir mevzuya. "Arkadaşlar". Buraya kadar gelip okumayı hâlâ bırakmadıysanız şimdi lütfen bir durup nefeslenin, arkanıza yaslanın ve "arkadaşlık" sizin için ne ifade ediyor düşünün. Kime arkadaş dersiniz, arkadaş ne yapar ne yapmaz vs. Bu bahsettiğim artık "takipçiler"le ilgili değil. Gerçek hayatta bir selamı çok gören, belki bir sebepten sizinle görüşmeyi, arayıp sormayı kesmiş, hatta size bir nevi tavırlı bir hal sergileyen, artık sizi belli ki arkadaşı olarak görmeyen, hatta  arkanızdan konuşan (ama bunu yüzlerine vurmadığınız için bihaber olduğunuzu sanıp zekânızı azımsayan ve fakat ısrarla takipte kalanlar. Arkadaşım, bak arkadaşım diyorum, arkamdan konuşuyorsan neden görmek istiyorsun ne yapıp ettiğimi? Ha pardon, konuşma malzemesi lazım di mi. Cidden sandıkları gibi saf mıyım ki ya? 😂

Ve son olarak, ilk iki sebeple hep kol kola yürüyen ve bunların sanırım doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan, ama anca sıkılıp bitap düştüğümde farkına vardığım bir dikkat ve anksiyete sorunu hasıl oldu. Odaklanma seviyem her zaman olmasa da çoğunlukla yerlerde sürünmeye başladı. Bu en önemlisi galiba. O koca güruhun ruhunun duymadığı, sizinse her geçen gün daha gergin birine dönüştüğünüz, beklentiye girmeye başladığınız ve kendinizden soğuduğunuz tuhaf bir aşama bu. Yatağa yattığınızda, o en huzurlu olmanız gereken, günün yorgunluğunun bitip gecenin sessizliğinin, sakinliğinin, sağaltıcı yanının gelmesi gereken zaman diliminde gelen telefona bakma ihtiyacı,  çok isteyerek aldığınız yeni kitabın kapağını açtığınız sırada bir anlığına el alışkanlığıyla baktığınızda geliveren birkaç beğeni neticesinde hop su yüzüne çıkıveren ego vs.

Velhasılıkelam, artık bana iyi gelmeyeni görmekle kalmayıp bu konuda bir şey yapmam gerekiyordu. Yıllarını bu mecraya verip on binlerce takipçi toplamış, işini orada kurmuş, bundan para kazanan insanların bile yavaş yavaş terk etmeye başladığı bir yer instagram ve diğer popüler sosyal medya araçları. Verdiğiniz süre/çaba/emek/enerji, elde ettiğiniz sonuca değiyor mu? Sorulacak soru bu. İster para kazanmak için orada olun, ister yaptığınız bir işin duyulması sağlamak için, elde ettiğiniz sonuç çabanızla doğru orantılı mı?

Uzun lafın kısası, ben bir tercih yaptım. Sonradan pişman olurum olmam, şu an bilmem mümkün değil. Hem kendimle ve yazıyla, hem de  ailemle ve bir avuç arkadaşımla geçireceğim zamanı, kaliteli, anlamlı ve kalıcı çabayı tercih ettim. Eh tabii bunların sonucunda bir nevi tırnak içinde bir tür yalnızlığı. Ve işin en acı yanı şu ki bu tercihi yapmam bir yıldan fazla zamanımı aldı. Aynı bana kıymet/zaman/emek vermeyen insanları hayatımdan çıkarmamın maalesef zaman aldığı gibi.



Pılıyı pırtıyı toplayıp ortamdan uzaklaşan 
elif görseli çizmişler haberim yok.


Bende işler biraz böyle yürüyor maalesef. Uzun zamana yayılarak, gerçekten kendimi tüketme noktasına getirene kadar. İçimi kemiren ne varsa, bendeki değeri tamamen tükenene kadar kemirmesine izin vererek. Aferin çocuğum.

Yani evet, sosyal medyayı bize hiç çaktırmadan, eğlendiriyormuş, faydamızaymış, sosyalleştiriyormuş, elimizi kuvvetlendiriyormuş gibi servis edip servetine servet katan vicdansızların oyunları, tuzakları artık tartışılmaz boyutta ve bir sürü bilimsel araştırmanın belgelediği bir şey. Ama sorunu fark ettiğimizde ve bize zarar vermeye başladığını anladığımız noktada geri çekilmek de bize ait. Ben o konuda biraz çuvallamışım belli ki.

Yazıyı yıllar önce izlediğim bir belgeselden hâlâ çok gülerek hatırladığım bir anekdotla bitireyim. Belgesel fobilerle ilgiliydi. Her bölümde bir kişi fobisinden bahsediyor (örümcek, güvercin, yılan vs) ve kişinin bu korkusunu aşama aşama yenmesi hedefleniyor. Benim bahsettiğim bölümde dev gibi bir Amerikalı tır şoförü vardı. Ve fobisi kedilerdi. Kedi. Minicik. Tır şoförü. Kocaman. Peki. 😄 Ne yaptılarsa olmadı ve bölüm sonundaki değerlendirmede adamı tırının önünde, kocaman kollarını göğsünde kavuşturmuş halde aşağıdan bir açıyla çekmişler, iyice dev gibi olmuş. Arkada da minicik bir kedi, yalanıyor mu öyle bir şey. Ve şöyle diyor amca: "Onların üstünlüğünü/yenilgiyi kabul ediyorum." Ahahahahaha bak yine çok güldüm ya. 😂

İşte ben de herkesin çok seviyor ve çok mutluymuş gibi göründüğü, sosyalliğine sosyallik kattığı, hep çok güzel hep çok keyifli hep çok başarılı hep çok "hep" olduğu instagramı çeşitli şekillerde "kandırıp" yola getirmeye çalıştım. Defalarca telefonumdan sildim, defalarca dondurup çözdüm, haftalarca girmediğim oldu, bir sürü ekran süresi sınırı koydum vs... ama sonunda kabul ettim. Yok işte arkadaş, herkes her şeyi becerecek, her konuda iradeli olabilecek diye bir şey yok. Ben de tır şoförü büyük amca gibi deklare ediyorum burada, huzurunuzda: "Instagram'ın üzerimdeki  bağımlılık yapıcı ve yıkıcı etkisini kabul ediyor ve geri çekiliyorum."



Dün hesabı silerken repeat'e alıp şu parçayı dinledim bu arada. Düşünün artık ruh halimi.😂 

Bu arada, kendini yıpratmadan, onunla bununla kıyaslamaya girmeden, kısacık ömrünün kıymetli saatlerini ve enerjisini saçmasapan şeylere harcamadan neye bakacaksa hemen bakıp çıkabilen iradelilere de selam ve helal olsun. Bende işlemedi o iş. Gelenlerle bu sessiz sakin, reklâmsız algoritmasız, reelsiz ama samimi, gerçek sohbetli bu alanda görüşürüz. (O diil de, iç ses sustu fark ettiniz mi. 🤫)



Bahsi geçen eski yazılar:

19.04.2023 Özlediğim Köşeye Dönüş 

03.05.2023 Çılgın Dünyadan Uzak, Kendime Yakın

18.05.2023 Keçiysek Var Bir Bildiğimiz

22.05.2023 Sıdkın sıyrıldığı, eyvallahların tükendiği bazı güzide anlar

08.09.2023 Goat on the River

11.09.2023 İçim Ürperiyor, Ya Evde Yoksam?

14.09.2023 Unutmanın Yalnızlığı, Hatırlamanın Büyüsü

19.09.2023 Elifınt on the run

23.09.2023 Köşesinde Mutlu Bir Küçük Keçi

13.10.2023 Ekmek Balinanın Karnında

24.10.2023 Köprüde Beklerken


bir küçük çeviri meselesi




efenim buyrunuz bir mini çeviriye. virginia woolf'un joseph conrad'ın ölümünden sonra kaleme aldığı, ağustos 1924'te times edebiyat eki'nde yayımlanan veda yazısı. parşömen edebiyat'a her zamanki özenli paylaşımları için teşekkürlerimle.

https://parsomenfanzin.com/2024/04/17/joseph-conrad-virginia-woolf/

uzun not: hiç büyük harf kullanasım yok bugün. hatta hepten kaldırırım belki, en azından burada, belli mi olur? malum, çöplük benim. yıllardır adımı da kitap içlerine vs hep küçük harfle yazar dururum zaten. belki  bazı öğrencilerim gibi noktalama işaretlerinden de arındırırım kendimi zamanla. ey özgürlük. yılların eğitimi, eğitimciliği, yazı/çeviri/düzelti deneyimi çöp mü? yok canım. diyor ya ustalar, kuralları iyi öğren ki eğip bükebilesin, bozup yıkabilesin.

takıntılı kuralcılığımla çokça kuralı epey iyi öğrendim şu hayatta. o nedenle yıllarca arka planda bırakıldığını hissetmeye başlayan paşa gönlüm keyfine göre takılmak üzere eski meydana çıkan merdivenli yolun başında göründü. artık kısmet.

neyse, şimdilik takılın bakalım virgüller noktalar kesme işaretleri ve dahi ayrı yazılan her tür minik şey. sizin de sıranız gelir elbet. o zamana kadar kuralcı elif'in tadını çıkarın. 

sen de adımın ilk harfini inatla büyütmekten vazgeç otokorekt. zira hem manuel düzelti karşısında pek şansın yok, hem de adı üstünde benim adım yahu. sana mı soracağım nasıl yazacağımı.


Kalbin (Nam-ı Diğer Hayatın) Hikâyesi





Sonsuz olanı buradan başka
yerde ararız her zaman;
her zaman, varlığın bakışını
şimdiki durumdan ve şimdiki 
görünüşten başka şeye yöneltiriz;
ya da, sanki her an ölmek ve
yeniden yaşamak değilmiş gibi, 
ölümü bekleriz.
Her an yeni bir yaşam sunulur
bize. Bugün, şimdi, hemen,
tutabileceğimiz tel şey budur.
ALAIN 

André Malraux - Climats / İklimler
Türkçesi: Tahsin Yücel
Helikopter Yayınları

Yoğun koşturmacanın içinde böyle bir haftalık boşluklar bulunca güzel oluyor elbette. Ama aslında "hayata ara vermek" diye bir şey yok. Yaşadığın her an, sana biçilen ömür ne kadarsa o süreye dahil. İş yerinde ya da ders çalışırken mola verip çay içersin, çeviriye ara verip bir arkadaşınla mesajlaşırsın, uzun bir yürüyüşte  durup su içer, saçmasapan bir konuşmanın içinde kısacık bir an derince nefes alıp zihnini oradan uzaklaştırırsın. Ve bu araları verdiğinde iş/çeviri/yürüyüş vs. gerçekten de kısa bir süreliğine kesilir. Mola ancak böyle şeylere denebilir.

Ama hayata mola diye bir şey yok. İster bir haftalık bayram tatili olsun, ister bir aylık yaz tatili. Çünkü hayat iş değil, çeviri değil, yürüyüş değil. Du bi çay içeyim der gibi yaşadığın ömre ara verip ben biraz yaşamayayım diyemezsin. Bu biraz, ana rahminde atmaya başladığı andan son nefesimizi verdiğimiz ana kadar hiç ama hiç durmadan çalışan kalp kasımızın durumu gibi. Düşünün, 7/24 çalışan bir kas. Öyle ya da böyle, iyi veya kötü, bazen gümbür gümbür bazen tekleyerek, ama bedeninde attığı kişinin ömrü son bulana kadar hep hep hep. Güce bak. Müthiş.

Şimdi çoğumuz sandık ki hayata ara verdik. Yok. Okula, işe, olağan koşturmacaya ara verdik sadece. O da şanslıysak, çünkü hayatına aynı gaile içinde devam eden bir sürü insan da oldu. Misal bizim üç günlüğüne ailecek kafa dinlemeye gittiğimiz su kenarı memleketinde, kaldığımız yerin personeli sabahın erken saatlerinden gecenin körüne kadar harıl harıl çalıştı. Arada çay-sigara molası vermişlerdir elbette, ama o kadar. 

Kalp kasına dönecek olursam. Kalbin bir kas olduğunu ve son nefesimizi verene kadar hiç durmadan çalıştığını öğrendiğimde hem inanılmaz şaşırmış hem de doğa anaya bir kez daha hayranlıkla bakmıştım. Peki bunun konuyla bağlantısı ne? "Kalbin atması=hayat" demekse, hayat ancak o kalp durduğunda biter ve bu tam/net/kesin bir bitiş midir yoksa bazı inanışlarda söylendiği şekilde bir "sonrası" ya da "geri dönüşü" var mıdır bilmek ölmeden mümkün olmadığına göre, "bildiğimiz kadarıyla" bir tane hayatımız var diyebiliriz sanırım. Yani mola falan yok. Kalbin mola vermesi veya bizim hayata mola vermemiz, ölmemiz demek. 

Şimdi elinizi kalbinize götürüp bi dinleyin atışlarını. Belki benim gibi bir sebepten çarpıntınız var ve pıtır pıtır, normalden hızlı atıyor, belki çok sakin, neredeyse duyulmayacak kadar hafif, belki yavaş ama çok güçlü. Hepimizde ortak olan şu ki, şayet şu an ben bu yazıyı yazabiliyor, siz de okuyabiliyorsanız, kalpler hâlâ bir şekilde atıyor ve hayattayız demek. Mola yok, ara yok, teneffüs yok. Kalpler, bayramda dur durak bilmeden çay kahve taşıyan o garson veya markette ailesinden uzakta para kazanmaya çalışan kasiyer gibi sürekli iş başında. 

Mola verdiğimiz şey hayat değil. İş-güç. Diyeceğim o ki, hayatı ara verdiğimiz fani şeylerden ibaret sanmamak, yanılgıya düşmemek lazım. Çünkü düştüğümüz gün, hayata değil o şeylere daha büyük yer açmış oluyoruz ve yorulup, sıkılıp, bıkıp usanıp ara verme ihtiyacı hissediyoruz. 

Rahat rahat nefes alabildiğimiz her gün nimetken, bıkıp usanılır mı hayattan? Hayat ne işten ibaret, ne başarılarımız veya hayal kırıklıklarımızdan ya da sürdüremeyip yarım bıraktıklarımızdan. 

Hayat hepsinden, hepimizden büyük. 


İz Bırakanlar




Bir ara dostum Özge'nin beni üç günde gezdirdiği üç yerden biri olan Lyon'un bende yarattığı izlenimleri yazmak istiyorum aslında. Ama artık eskiden olduğu gibi gezdiğim yerleri sonrasında uzun uzun yazmaktan çok, orada kaldığım anın içinde derince yaşıyorum galiba. Lyon'da da turist gibi değil, Özge'yle birlikte o şehirde iki günlüğüne kalan ve orada yaşayan biriymişim gibiydim zaten. 

Bence en güzeli öylesi. Yani kendi hayatına birkaç günlüğüne ara vermiş bir turist gibi değil de, hayat çizgisinin o birkaç gününe başka bir yerde devam eden biri olmak. Tatile çıkarken sevinip dönerken üzülmek değil yani, tatil bir ara değil çünkü. Hayatın o birkaç günlük kesitini başka bir sokağa, şanslıysan denize ya da dağa bakarak, kim bilir belki anlamadığın dillere yüreğini zihnini açıp ruhunu şenlendirerek geçirmek.

Yine de Lyon'u bir ara anlatmak istiyorum, kısacık deneyimimle. Hatırlatın bana olur mu?

Ama asıl, kalbimin en derinlerinde tüm ses, koku, görüntü ve hisleriyle sabırla bekleyen canım Sri Lanka'ya bir kitap sözüm var. Ta 2015 Ağustos sonundan beri. Bir ara yazmak lazım. Onu hatırlatmanıza gerek yok, zira hep aklımda.


Attım Bir Sandalye, Eski Kapı Eşiğine






Eski mavi kapının eşiğine
Attım tozlu bir sandalye
Dinledim sesleri, 
İçeriden, dışarıdan, kendimden,
Her biri başka, her biri ben

Oturdum öyle yosun kokulu eşikte
Bekledim bir gelen olur da
Açar mı eski kapıyı diye
Dalga sesi gelir de
Deniz ne tarafta anlar mıyım diye

Ne bir allahın kulu
Ne dalga sesi 
Kapı ben sandalye yosunlu eşik
Oturduk hep birlikte
Kıpırtısız ve sessizce

Neden sonra bir çıtırtı
Tam eşiğin kapıyla birleştiği yerde 
Baktım bir ihtiyar salyangoz
Bitmeyen zamanın 
Bitmeye yaklaştığı yerde.

🐌

Bir yol bitiyor, bir yenisi açılıyor önümde. Bitene şöyle bir dönüp baktığımda o yola ilk çıktığım an hâlâ hatırımda olsa da görüntüsü artık flu, sisli, soluk. Gözlerimi yeni açılanın ilerisine diktiğimdeyse,  o da flu, sisli. Yine de görür gibiyim varacağım yeri, az çok, belki de sadece kendimce.

Demek ki neymiş, yürüdüğün yer, adımlarını o an attığın taş köprü/toprak yol/çimenlik alan/dikenli geçit/sarp yokuş/çakıllı patika dışında görünür olan pek bir şey yokmuş. Sen yürü yolunda bre elif, kâh günlük güneşlik bir havada rahat rahat, kâh koca bir taşa takılıp yara bere alarak, kâh fırtınanın ortasında kalıp umudunu kaybedeyazarak. Yolun gerisinde bıraktıkların ve devamında göreceklerinle bir işin yok. İşin hep şu anda. Sadece yürü, yorulsan da, bazen her şey anlamsızlaşsa da.

Çünkü yol sen durduğunda değil, ilerlemeye devam ettiğinde bir yere çıkacak veya bitecek. Yürünmeyen yol ancak bir durak, bir mola yeri olabilir. 

Yürünen yolsa bir hikâye, bir yaşam, dönüştüren bir deneyim ve hatırlanacak bir tuhaf macera.



Yeni Kararlar





Dünyada benim kadar çok karar alıp, o kararları aslında hiç de fena uygulamayıp, sonra sonsuz iyi niyetle kendi yolunda devam ederken o kararları hiç farkına varmadan, birilerinin içten içe yürüttüğü yönlendirmelerle yumuşattığını ve kendini yine sömürüye açık hale getirdiğini anca yine üstü kafa üstü çakılınca fark eden var mıdır? Elbette vardır, hepsine selam olsun, üzmeyin kendinizi, yine kalkarız. Hatta kalktık bile bak hop.

İyilikten maraz doğar dedikleri şey maalesef bazen doğru galiba. İçimde uzundur uyuyan (emek emek uyuttuğum) ejderhayı uyandıran bir durum yaşadım. Ama alev püskürtmek, yakıp yıkmak yerine ejderhamın başını okşayıp, kendime verdiğim sözleri hatırlayıp yazıya ve müziğe sığındım. Hep olduğu gibi. Bir süredir aklımda olsa da bir türlü uğramadığım İngilizce bloguma yazdım, yazarken avaz avaz eşlik ederek üniversite yıllarımda çok sevdiğim, dün akşam bir arkadaşımla otururken çalınca aklıma düşen Joan Osborne parçasını repeat'e alıp canını çıkardım, sonra da buraya geldim. 

🎶 Way doooooown in the hooooollooow, leeeeeavin’ so soooooon
Ooooooh, St Teresa, hiiiiiigher thaaaan the moon 🎶

🖤



Yazdık bunu da bir kenara, devam ettik yolumuza


Dün beni çok inciten bir şey oldu. Kırk yedi yıllık ömrümde ilk defa "kendimi açıklamak" durumunda bırakılmadım elbette, ve öyle hayatımın merkezine yerleşecek bir olay falan da değil, ama epey içerledim.  Halbuki "sorgulanmayan" pek çoklarının aksine her türlü sorumluluğumu yerine getirmiş, bana sorarsanız çok huzurlu ve bol dinlenmeli bir akşamı hak etmiştim. Sana soran yokmuş demek elifcim. Hayat sen kendi halinde planlar yaparken başkalarının oradan buradan bir şeyler duyup seninle ilgili yargılara varıp bunları sana ilginç şekillerde sunmasından ibaretmiş bazen. Alıştık desek de, alışamadığımız.

Akşam eve geldiğimde eşim, oğlum, kedim, odam, kitaplarım, masam bir kez daha hatırlattı bana. Neyi mi? Aslolanı. Merkezimde kimlerin, nelerin olduğunu ve neden sadece onların olması gerektiğini. Bir süredir bilinçli şekilde tercih ettiğim yalınlığın, azlığın neden benim için en güzeli, en sağlıklısı olduğunu.

Dün gece uyuyabilmek için içimi dökmem gerekti ve şunlar düştü yazıya:

03.04.2024 / Çarşamba / 23:30 suları

Yazarlar ilk kitaplarında otobiyografik unsurlar kullanıp çokça kendilerini anlatma eğiliminde olur derler. Bende hiç öyle olmadı. Belki ilk kitabım kırklı yaşların ortasında anca çıktığı ve genç yetişkinliğin o yanar döner, yakarım dünyayı halleri söneli çok olduğundandır, kim bilir. Elbette Uyuşma'da ve hatta sonraki kitapta etkilendiğim, zihnimde yer etmiş birtakım şeylerin izleri vardır. Nihayetinde referans noktam kendi içimde olup bitenler. Ama ben değilim o karakterler ve bu bilinçli bir seçim.


Neden biliyor musunuz?

Çünkü hayatım boyunca kendimi o kadar çok anlatmak, açıklamak zorunda kaldım/bırakıldım ki... tanıdık tanımadık, yakın uzak, aile arkadaş, dış kapının mandalı iç bükeyin hımbılı... herkese ama herkese. Ve öyle yoruldum, öyle sıkıldım ki kendimi açıklamaya çalışmaktan, belki tam da bu sayede yazılarım değişti, dönüştü. Ben olmayanı anlamaya çalışarak kendimden öte dünyalar yaratır, yaratırken de o dünyalar hüzünlü bile olsa ben gülümsemeye başlar oldum. Öyküde romanda da kendimi anlatacak olsam avaz avaz bağırarak koşarım herhalde. Artık sadece çok yakın eşe dosta veya arada buralara iç dökmek yeter de artar durumda.

Ama bir gün tamamen susacağım diye korkuyorum bazen. Sessiz sözsüz hissiz bir hayalete dönüştüğümü hayal etmek hem tuhaf bir iç huzuru veriyor hem kalbimi bir bıçağın ucuyla ince ince çiziyor sanki. Herkes ne kadar mutlu olur diyorum, elif sormasa sorgulamasa, elif yorum yapmasa, elif hak aramasa, elif sadece sussa sussa sussa.

Ve sonra yine konuşuyorum. Huyum kurusun. Özüm bu, o da kurusun mu? Siz kuruyup gitseniz onun yerine? Koca koca egolarınızı da alıp?

Ama geçmişe göre şöyle bir fark var: artık anlaşılmak gibi bir arzum amacım isteğim yok. Valla. Lütfen anlamayın beni, hiç gerek yok. Ben herkesi anlamaya çalışmaktan vazgeçtim mesela. Şartsız şurtsuz, "elif" olarak kabul gördüğüm her yerde kendim olarak varım, tüm benliğimle. Kalıplara sokulduğumdaysa, o sizin kendi gözünüzde, daracık kalıplarla dolu zihninizde yarattığınız başka biri, adı elif bile değil, misal murtaza. Size onunla mutluluklar, biz o sırada elif'le çok uzaklarda keyfimize göre konuşup keyfimize göre susuyor olacağız.


Athena'nın "Ben Böyleyim"i yakışır buraya. Sesi sonuna kadar açıp bağıra bağıra eşlik ediniz. Veya tam da parçada dediği gibi kendi yolunuzda mis gibi, istediğiniz şekilde ilerleyiniz. Bu arada, tepedeki tatlı köpüşü hatırlayanlar? Tanımıyorsanız, kendisi Sad Sam.♥️ 




Çılgın Sabah



Efenim ben sabah insanıyım. Güne erken başlamayı, sessizliğin tadını çıkarmayı, ayılmaya çalışan zihnimin uykudan uyanıklığa taşıdığı tuhaf hal ve hayalleri severim. Severim sevmesine de... Tamtamla uyanmak nedir arkadaş?

Bugün uyandığımda hava karanlık. Zifiri. Ev ve hatta tüm dünya uykuda. Tam olarak değilmiş meğer. Bak yine o ses. Güm güm güm güm. N'oluyo ya dedi kafamın içindeki ses bir an. Anlayamamanın anlamaya çok yaklaştığı o ince çizgide durdum birkaç saniye ve sonra: heeee davul. Te allam.

Dedim ki neyse 5:30 falandır herhalde saat, zaten kalkma saatimi erkene çekmeye çalışıyordum. Bi baktım, 04:00! Olacak iş değil! Murakami miyim ben?! Ama erken yattığım için uykumu da az çok almışım herhalde, baktım dönüp duracağım, hop ayağa. Elimde telefonun feneri, ayağımın dibinde sabah şeriflerini hayırlamaya dünden razı Miyu Hanım, yollandım salona, çalışma masama.

Oturdum masaya oturmasına da, hiçbir şey görmüyorum ki. Eşimin gece kitap okumama yardımcı olsun diye aldığı sayfaya tutturulan cinsten minik fenerimsiyi önce defterimin tepesine iliştirip bir sayfa - kim bilir ne - karaladım, sonra da bilgisayarın tepesine geçirip çeviriye başladım. Afyon patlamamış, beden daha kaskatı. Bu ara tekrar takibe aldığım bir yoga hocasının on dakikalık boyun-sırt-omuz ısıtma/açma hareketlerini yaptım. Eh, güzel tabii ama yine de masada oturmak zor.

Alırsın odadan yastığını, geçersin salon koltuğuna, üstüne de çekersin battaniyeyi, kucağında bilgisayar, kitabın çevirdiğim kısmının olduğu fotokopilerde yine o tepe ışığı, tıkır da tıkır mıkır da mıkır.

Tabii tüm bunlar olurken Miyu coştu. Elif kalktıysa sabah olmuştur, e o zaman koşalımmmm, atlayalımmmm, yerde tangur tungur toplar yuvarlayalımmmm, lımmmm lımmmm lımmmm lımmmmm 🎶 Şen çocuk. Güneş zannediyo beni galiba. Halbuki içimden kaç dilde sövüyorum sabahın dördünde saçmasapan bir şekilde uyandırıldığım için bi bilse.

Ya Allahaşkına biri desin, biz bizeyiz şurada. Herkesin ama herkesin telefonlarına yapışık yaşadığı şu devirde, hadi diyelim ona yapışık değilsiniz, alarmlı saatler icat edileli tamı tamına 237 yıl olmuşken (bkz. gugıl, ilk alarmlı saatin icadı 1787), nedir ama nedir insanları hâlâ davulla tamtamla uyandırmak ya? Şaka mısınız? Hayır alarm seçenekleri içinde bangır bangır davul sesi olsa misal, kaç kişi onu seçip zıplayarak uyanmayı tercih eder?

Neyse, zar zor, eğile büküle, kör ışıkta üç sayfa çeviri anca yapabildim ve saat 6:20 falandı sanırım, 20-25 dakika kestirdim. Ve sonra normal saatinde çalan "normal alarmla" gün 6:45'te tekrar başladı! Kahvemi yaptım, eşim işe oğlum okula ve saat oldu 7:30. Gelin görün ki ilk uyan(dırıl)ışımın üstünden 3.5 saat geçtiği için beden yakıt istedi ve hiç huyum olmadığı halde bu saatte yulaf-muz-tahin-badem vs'den oluşan lapa yaptım kahvenin yanına. Artık öğlen de fil gibi yerim kahvaltıyı bu kadar erken edince herhalde. Peh.

Ne çok şikayet ettin be elif. Çeviri yapmışsın işte ne güzel, erken kalkan yol alır bıt bıt. He la he. Hep elif şikayetçi, hep Garfield suratsız. Bi allahın kulu da sormaz "haklı olabilirler mi acep" diye.

O zaman... günaydın! Ben günüme ikinci kez başlıyorum şu an, ya siz?